Tayfun Erdoğmuş: Sıhhat ve Maraz

“Eğlendirici bir çelişki: özerk sanat yapıtı dekoru yadsır, ama bir salonun duvarında dekor olarak son bulur. İnsanlar tablo aldıklarında, hemen koltuklarına yakışıp yakışmayacağını düşünürler.”

Daniel Buren

Hiç hoşlanmazdım: şık, dekoratif kurutulmuş çiçek hurufatı, has bahçe sayfaları, noktalı virgüller, duraklama işaretleri, solfej defterleri. Hele ne yalan söyleyeyim, henüz dört sene önce tezyin ettiği çiçekten Arapça sayfalara kondurulan Kabe imgesi, okunabilirliğindeki çağrı sinir edici, pornografikti; ben burada duruyorum, beni böyle okuyun.

Bu sergi mekanına asılacak panoları görünce irkildim. Başka bir boyut, panonun, imgenin, malzemenin ayrıksılığı vardı; gözü kışkırtacağına, içine çekeceğine ya da kendinden iteceğine panolar kendine kapanıyor, kendi ışığını kendine saklıyor, içeriye de dışarıya da açılmıyor, içbükeyle dışbükey, pozitifle negatif arası yadırgatıcı bir aralık oluşturuyor, kendinden kendine doğru bir kapı açıyordu. Sorulan soruların açtığı alanın, verilen yanıtlardan değerli olduğuna hep inandım; panolar kafamı kurcaladı. Önceki çiçekler, kitap sayfalarından, kapı kanatlarından, dünden kalan, işaret eden, gösteren izler burada da vardı, ama ölünce kendi mezarlarına yerleşen bedenler gibi kendi tuvallerine yerleşmişler, buradan oraya açtıkları geçidi kendi üzerlerine kapamışlardı. Kapağı açılırsa ışığı soğuran, kendi içinde yosunlanan, filizlenen birer lahit içiydi tuvaller; lahit içi gibi sınırları belliydi. Kalın ketene varaklanan ışık okside ediliyor, üstüne ızgarayla, şemayla, zenaatle, sabırla, sızlanmadan aplike edilen çiçekler –bir tür meditasyon etkisi: yapım tekniğini, teknik sonuca katan- vernikle kat kat kendine sıvanıyor, silikonla bitişlenen, sıcak plastik baskıyla preslenmiş etkisi yaratan tuval matlaşıyor, geçirimsizleşiyor, kehribar gibi kurumuş çiçekler kendi ışıklarını, kendi geçmişlerini kendilerine gömüyordu. Fosil panoları, plastiğe eritilmiş kurumuş böcek anahtarlıkları, ölü kelebek takıları, nadire kabineleri.

Türbeleri anıştıran bir görsellik: önce lahit, sonra sanduka, sonra yeşil örtü, sonra pirinç parmaklık, yerlerde halılar, duvarlarda çiniler. Aziz Mahmut Hüdayi Hazretlerine hoşgeldiniz. Osmanlı türbe tezyinatını anıştıran bir yapım tekniği: çeşitli bitkilerin üsluba çekilen sap, yaprak ve çiçekleri; yılankavi hareketler çizerek hatayi helezonlara kıvrılan gülhatmıgiller, şakayıklar, zerrinkadehler, süsenler ve diğer kuru çiçekler. Dikine kesidi alınırken üslubun gerektirdiği ölçüde kimi zaman kanatları açılan, şeffaflaşan çiçekler. Hepsi aynı düzlükte buluşan farklı yoğunluk alanları. Düzlüğün içinde, bir alttakine perde olan katmanlar. Kumaşa, giysiye, perdeye, örtüye dönüşmüş bir bahçenin doğası. Dört, beş, daha fazla sayıda kata çıkan, yakınlaşmaya, yakından bakmaya davet eden bir doku düzeni. Kimi zaman öne çıkan, arkada daha yoğun bir alan bırakan, kimi zaman geride kalan ritmler. Astarla silikon arasında dokusal perdah. Ortodoks kilise babalarının renge aynı anda çiçek ve pırıltı anlamına gelen anthos demeleri. Sincan eyaletinde, Uygur Türklerinin Bezeklik dediği mağaralardaki nilüferler bezemelerinden Kubadabad sarayına, Osmanlı’da gül koklayan padişahların türbelerine uzanan, patoloji müzelerindeki anatomik bitki kesitleriyle buluşan, tuval içinde konserve edilen bir tezyinat. Aynı anda su, çelik, cam ve formaldehid karışımı nature morte akvaryumlar, onlarla beraber camaltı geleneği. İki cam arası açılan mantardan Çin manzaraları; dökülen kaynar suyla cam içinde peyzaj olan Çin çayları. Kendi eti içinde paketlenmiş, içini dışarı taşırmayan, ambalajından dışarı fırlamayan, kendi soğuğunda yılan gibi, dokunulduğunda pürüzsüz ve serin kalan tuvaller. Bütünden dokuya geçerken dokunun lezzetini kavrayamayan, yüzeyin düzlüğünde doymayan dokunuşlar. Dokunsal değeri yarı yolda bırakan görsel değer.

Benekleriyle, astarlanışıyla, renkli sırrı anıştıran tekniğiyle, şükufesiyle yüzyıllardır süregelen, sanat yapıtı denen tuvalin özerkliğine değen bir zenaat. Güzel olan ve güzel seven Allah’ı tezyin ettiği için asıl sahnenin oynanması için asla dekor olamayan, ama Safevi yönetiminin ilk yıllarında İran’da –ve kimi başka yerde – olduğu gibi burada dekoratiflikle buluşan bir tezyinat. Arkada çalan fon müziği gibi, önünde esas aktörler, salonda hanımlar kadehlerine şarap koyar, ofis masalarında beyler viski içerken hep duvarda asılı duran, taşınabilir yağlı boya tabloların yapımından bu yana bir yandan hakikat taşıyıcılığına soyunadursun, dekoratifliğe takılan, her an kitsch’in sınırında, kendi çelişkisine işaret eden, bu çelişkiden ve gerilimden soluk alan bir sanat. Bakışı çekeceğine ve tutacağına, içinde yer aldığı çevreye ve bağlama ileten, asla esas kahraman olmayan bir sahne dekoru. Sanat yapıtının bu çelikisiyle Matisse’den bu yana oynayan Güney Amerikalılar, Kuzey Avrupalılar, Dominique Gonzales Foerster, Jorge Pardo, Daniel Buren ve diğerleri. Bütün bu çelişkinin içinde, dekoratifliğin iletkenliğini kendi aralığının şeffaflığına kapayan, kahraman olmadan bakışı yoran, yordukça eksilten bir Erdoğmuş: yüzeyin derinliklerine inmek isterken derinden yüzeye, yüzeyden derine açılan katmanlara sıkışan; içbükeyle dışbükey negatifle pozitif arası bu istifin kaçış ve odak noktalarını yakalayamayan, mekan içindeki beylere hanımlara, mimiklere, jestlere yönelirken, panolarda dönenip duran, görünecek olanı arayan bir göz. Ama türbe tezyinatına özgü sırlı çininin üstünden kayarak süzüleceğine kancaya takılar gibi panoların silikon matlığına takılan, tezyinat etkisinin tersine işleyen, sıcakta ağırlaşan gözkapakları gibi ağır ağır kaldırılması gereken bir bakış.

Derinliğin düzlüğü. Derinine, farklı mesafelerden bakınca farklı yoğunluktaki alanları bir araya getiren bir istif. Statosferden bakınca düzleşen, kendi atmosferine şoklanmış yeryüzünün derinliği. Yukarıdan bakmanın derin düzlüğü. Görünenin ötesinde görünecek bir şey yok oysa. Kendi gösterdiğinin ve göstermediğinin ötesinde görünen bir şey yok. Bıçaksırtı bir denge. Tuvalin içinde, tuvalin içini, tuvalin dışını arayan, aradığını bulamayan bakışlar. Kalın camlı hipermetrop gözlükleri. Açılacağına, kendi katlarına kapanan, kalın, koyu bir derinlik. Her katman, bir alttakini örter, bir pozitif bir negative kalıp çizerken, katları eşitleyen silikon. Bir adım ilerlese, mesafenin ve aralığın yerini simgesel ya da işaret eden, pornografik bulmacaların alacağı bir görünürlüğe gelme. Ne anlatımcılık ne dışavurum ne göstergesellik ne tanımlama oysa. Kabe işaretleri ve simgeleri burada artık yok, bir daha yok.
Tuvalin kalınlığını oluşturan katmanların aralamasında, aracılığında, ortamında, teknik yapım sürecinde, sürecin ve aşamaların, yerleşmesine izin verdiği ölçüde oluşan, ortamı yapım, ürün ve sonuç kılan bir imgesellik. Kendini kendinin organı, kendini kendisinin bağlantısı kılan, kendi katmanlarının her birini kendine bağlayan bir süreç. Tuval: hem imge hem bağlantı hem organ hem beden. Bir bağlantı öğesi olacağına, içeriyle dışarıyı bağlayan bir aracılık olacağına bağlantı, meselenin kendisi. İki ya da daha çok sayıda şeyi, negatifle pozitifi birbirine bağlayan bir şey değil, bir yere doğru yol alan bir istikamet değil: pano, istikameti olmayan, bir şey bağlamayan bu bağlantının kendisi. Bağlantı, artık ne bağımlılık, ne yönelim. Sadece kendisi; tuvalin açtığı bu hacimselliğin, kalınlığın, loşluğun kendisi.

Tuvallerde arzulananlar ve maruz kalınanlar. Kaza ve kader. Sıhhat ve maraz. Tuvale değen elle beraber, sanatın tuvale değmeyişi. Kutsal emanetler. Sanatın aracılığı olmadan metalin asite, neme dokunuşunun verdiği kimyasal tepki. Bir başkasına aktarılan, kendi ortamını ve bağlantısallığını esas kılan madde; maddenin maddeye dokunuşu: teknik yapım süreci. Önsel biçimlerin değil, maddenin ameliyesi: ameliyenin kutsiyeti. Malzemenin teknik yapım sürecinde uğradığı değişimlerin sicili. Keten üstüne varak üstüne oksidasyon, korozyon, vernik. Tuvalleri traşlayan, patine eden silikon. Peinture kumaşı ve sanayi malzemesi: imgenin organı, imgenin bedeni. Mutlak muğlaklık olarak görünen maddenin, malzemenin eti. Sanat olan ve olmayan, rastlantısallık ve zorunluluk, tatbiki sanatlar ve güzel sanatlar, şey ve resim, işlevsellik ve amaçsızlık. Kullanımsallık ve kullanışsızlık. Katışıksız, saf bir yapım ürünü olmaksızın sözcüğün en gerçek anlamıyla özerklik: kendilerinden başka hiç bir şeye, seyircinin bakışına bile gereksinmeyen, kendi amaçlarını tersinleyen tuvaller. Eğer bir tablonun, tablo olmak istemesi, bir nesneyi değil, bir bakışı temellendirmesindense, burada temellenen bakış değil, sadece nesnenin kendisi: teknik yapım süreci içinde oluşan panonun kendisi. Mekan içinde mobilya gibi. Dekor mu: sadece kapı, sadece sandalye, seladon bir çanak gibi. Kalıpların pozitifiyle negatifi, erille dişili belirsiz, amaçsız, eşya gibi. Eşyanın, özerkliği. Sevip sevmemek, kullanıp kullanmamak, tercih meselesi. Üsluba çekilmiş bir otoerotizm: kendine dokunan, sadece kendine dokunuşuyla uyarılan, kendi dokusal katmanlarının nesneliğinde ısı yalıtımı gibi bir bakış yalıtım sistemi. Kaymayan, odaklanmayan, silikon altında nötralize olan, soğurulan, yutulan, kendine bakılmasına bağışıklık kazanan, gördüğünde ‘otlanacağı’ bir şey bulamayan (Klee) bir bakış emme ünitesi. İşliklerde üretilen, tekrar edilen şey: mekan içinde tuvallerin, ne olduğu malum olmayan bu panoların sadece – mevcudiyeti.

Zeynep Sayın